8 Eylül 2007 Cumartesi

Beyin virüsü

Virüs denilen oluşumun mantığı hemen herkes için anlaşılabilirdir: içeri sız, kendini kopyala, ortamlara ak; bu bilgisayar virüsleri için de, canlı olup olmadığı tartışmalı biyolojik virüsler için de geçerlidir. Elbette ki bu işlerin de yolu yordamı vardır, zira ortamlara akmak için virüslerin "çaktırmama, donanımlı olma" gibi birtakım ön gereklilikleri yerine getirmesi gerekir; aksi takdirde enselenmeleri an meselesidir. Peki ortamlara akmakla (isminin çekiciliği dışında) ne kazanır ki bu virüsler, amaçları nedir? Belki de Richard Dawkins'in bencil dediği genler gibi, onların da tek derdi kendi egolarıdır; amaç, onlar için fazla büyük bir sözcüktür.

Bir bilgisayar virüsü prensip olarak basit bir şekilde işler. Assembler ile yazılan bu minik kod parçacıkları, girdiği bilgisayarda kendini çoğaltarak, yazılma amacına ulaşmaya çalışır. Örneğin bu konuda ilk olan (Elk Cloner'ı saymazsak) Brain virüsü, ki kendisi benden yaşlıdır, korsan yazılım diskleriyle beraber bilgisayara bulaşarak kendini boot sector'e kopyalar ve bilgisayarı, minik bir selamlama mesajıyla beraber, çalışmaz hale getirir. Öte yandan biyolojik anlamdaki virüslerin işleri de anlaşılmaz değildir; örneğin bir H5N1 virüsü, tanıdık ismiyle kuş gribi virüsü, hedefine ulaşırken önce hücre zarını eritir, sonra genetik materyalini, ya da bir anlamda padişahını hücre içine gönderir ve kontrolü devralır. Sonrası ise basit: böl, yönet ve çoğal!

Kısacası her açıdan virüs, insanın pek de dostu sayılmaz. Peki ya hiç ummadığınız bir anda, örneğin gayet sağlıklı hissediyorken, virüslerin beyninizde dolaştığını iddia etsem? Tam da şu an mesela, bu yazıyı okurken beyninizin kıvrımlarında bir şeylerin çoğaldığını birisi söylese, ne diyebilirsiniz? Peki o birisi, ya doğru söylüyorsa?

"Ana karakter bir bara girdi, yanından geçen kızın poposunu süzerek barmene doğru yöneliyor. Süzmeye devam ederken barmen bir kola getirdi, içerideki bunaltıcı sıcak ve kızlar boncuk boncuk terler döktürürken buz gibi kolayı glork glork içiyor.. glork glok.. glr.."

Ne o, yoksa canınız film arasında büfeye koşup kola almak mı istedi? Yalnız olmadığınızdan emin olun, zira beyninize giren bir virüs kendini çoğalttı ve "canınızın" kola içmek istemesine neden oldu. "Ne virüsü yahu, canım istedi aldım işte" demeden önce biraz düşünün, girdiğiniz kola sırasındaki diğer kişilerin de basitçe, "canı" mı istedi? O adam glork glork diye kolayı kafaya dikmeseydi, yine o sırada olur muydunuz?

Virüs diyerek olayı dramatikleştirmeyi bir kenara bırakalım da, anlatmaya çalıştığım şeyin temeline gelelim isterseniz. O kaptığınız, virüs benzeri şey, bir memdi ve beyninize sızdıktan sonra kendini çoğaltarak "canınızın" istekleri konusunda hayli etkili oldu. Peki mem dediğim şey de nereden çıktı, neyden bahsediyorum ben, neler oluyor yahu?

Önce bir sakin olduktan sonra devam edelim. Derin nefes? Tamam. Memden bahsetmeden önce, yazının başında çıtlattığım Richard Dawkins adından bahsedeyim. Oxford Üniversitesi etolog ve evrimcisi Prof. Dr. Richard Dawkins, 1976 yılında yayımladığı The Selfish Gene (Bencil Gen - Tübitak Yayınları) kitabıyla tanınır. Darwinci evrime getirilen grup veya tür seçilimi konularındaki yanlış anlama ve öğretmelerin, bu kitabıyla önüne geçmeye çalışır. Doğal seçilimin gen bazında işlediğini, tür veya grup seçilimi diye bir şeyin olmadığını, genlerin yaşamkalım makinelerini (insanlar, hayvanlar, bitkiler vs.) çoğalmak ve soyunu devam ettirmek gibi bencil (analojik olarak) amaçları için kullandığını anlattığı The Selfish Gene, biyoloji camiasının dışına da taşarak pek çok çevrede büyük yankı uyandırmıştır. Zira kitabın XI. ve son bölümü, Memler, yani yeni eşleyicilere ayrılmıştır.

Mem kelimesi, Yunanca öykünme anlamına gelen Mimeme'den türemiş olup etimolojik açıdan gen (gene) kelimesine benzemesi için mem (meme) olarak kısaltılmış. İlk olarak Richard Dawkins'in bahsettiği mem kavramı, kişi(ler)den kişi(ler)e yayılan, orada çoğalan ve kendini de çoğaltan kültürel verilere deniyor. Tanımı bir kenara bırakıp örneklere yoğunlaşırsak sanıyorum ne olduğunu daha rahat anlayabiliriz. Kültürel farklılıklar, birikimler, düşünce şekilleri, bulunulan senenin modası, müzik, resim... kısacası, dediğim gibi hemen her türlü kültürel veri, "mem" adı altında toplanıp incelemeye alınır.

Önemi nedir peki bunun, yani incelenip de ne oluyor? Üzerinde biraz düşünülünce rahatlıkla görülebileceği üzere aslında memler, kontrol edilebildiği halde dünyanın en büyük gücüdür, neyse ki şu ana kadar o denli kurnaz birisi çıkmadı. Memler, ya da başka şekilde düşünecek olursak düşünce ve fikirler, satır aralarında kişiden kişiye geçer ve kendi çoğalma mekanizmasıyla kişinin değer yargıları, beğenileri ve hatta bilinç altına karışarak yaşama şekline etki eder; hatta bazı memler vardır ki, kişiyi bizzat yönetirler.

Richard Dawkins, kitabında evrene ve dünyadaki düzene bakarak bunun oluşma şekline gen bazında ışık tutmaya çalışıyor. Ama insan türü, kesinlikle sadece biyolojik bir oluşum değildir, binyıllardan oluşan kültürel birikimimiz de başlı başına bir düzendir. Yine Dawkins, bu "kültürel düzene" de bakarak, mem düşüncesini ortaya atıyor. Yazının başlarında film arasında görülen kısa bir reklamın isteklerinize nasıl bir etkide bulunabileceği konusunda basit bir örnek vermiştim. Bu örnekler aslında bambaşka alanlardan çoğaltılabilir; komik İngilizcesi dışında bir özelliği olmayan İnternet Mahir, yine komik bir İngilizce ile karşımıza çıkan All Your Base Are Belong To Us, Ajdar, gotik giyim modası, böyle bir dünyaya çocuk getirmek istememe geyiği... Aklıma gelen her örneği verirsem, hiçbir şeyi düşünerek yaşamadığımız, hemen her şeyi öykünerek, yani memlerle oluşturduğumuz ortaya çıkabilirdi ve bu ciddi bir özgür irade sorunu doğurabilirdi; ama şimdilik bunu geçiyorum, bu başka bir yazının konusu olmalı.

Memleri bu kadar tartışma götürür ve önemli kılan şey, bana kalırsa bu fikrin 'Richard Dawkins' tarafından ortaya atılmış olmasıdır. Şimdi Dawkins'e yine geri dönelim. Zat-ı muhterem aslında Darwinci evrime çok başarılı bir yorum getirmesinden daha ziyade, ateizmiyle, hatta evrim düşüncesini yaratılışçı (ve dolayısıyla dinsel her türlü) düşünceyi çürütme amaçlı kullanır. Hatta son yıllarda yazdığı büyük tartışma yaratan The God Delusion kitabı sadece bunun üzerinedir. Pek de şaşılmayacağı üzere mem kavramını da temelde Dawkins, dinsel savları çürütme amaçlı kullanıyor. Bu anlamdaki mem kavramının da aslında bir mem olduğunu öne sürebiliriz aslında.

Kitabının son bölümünde memlere ilişkin temel düşüncelerini açıklasa da Dawkins'in bu konudaki esas düşünceleri, 1991 yılında yazdığı Viruses of the Mind makalesine dayanıyor. 6 yaşındaki tatlı bir kız diyor Dawkins, Thomas the Tank Engine'in yaşadığına inanıyor (eski bir çizgi film kahramanı), büyüyünce diş perisi olmak istiyor; büyüklerinin ağırbaşlı ve bilge sözlerine birebir inanıyor. Bu yaştaki bir kız, ne söyleseniz inanabilir. Prenslerin kurbağaya dönüştüğü masalları anlatsanız inanır, cehennem ateşinden söz etseniz kabuslarına girer. Gördüğüme göre bu kızcağız, rahibe okuluna başlayacak yakında. İnanıp inanmama konusunda bu kızcağızın, nasıl bir şansı olabilir ki? Dawkins, dinlerin de mem yoluyla dağıldığına ve kişilerin bu memlerin esiri olup hayatını yönetmesine izin verdiğine inanıyor.

Aslında dinlere mem demek yanlış, zira Dawkins'in tanımlamasına göre nasıl bir bacak birden fazla gen (gen kompleksi) tarafından yönetiliyorsa, din gibi büyük ölçekli mem sistemleri de mempleks, yani mem kompleksleri tarafından yönetilir. Bu mem kompleksleri öylesine güçlüdür ki, küçük yaşlarda beynine giren savunmasız bir insanda acımasızca çoğalarak tüm yaşamını yönlendirebilir, tüm değer yargılarını şekillendirebilir. Hele ki din hakkında ileri geri konuşmanın çok başarılı bir koruma mekanizmasıyla güvenlik altına alındığı (cehennem azabı), Tanrı'nın dünyevi akılla algılanamayacağı ve gözle görülür hemen hiçbir kanıtın ortada olmaması gibi zırhları bulunduğu düşünülürse, dinden güçlü mem veya mempleks yoktur Dawkins'in düşüncesine göre.

Din bu konudaki örneklerin en uçta olanı, ama buna dair örnekler çoğaltılabilir. Bir insanın nasıl canlı bombaya dönüşebileceğini düşünmüşüzdür bazen. Veya bir insanın niye bir terör eylemine giriştiği vs. Bunların da küçüklükten itibaren kişilerin beynine sızmış ve sıkı bir şekilde çoğalmış mem mekanizmaları olduğunu söyleyebiliriz. Memlerle infekte olmuş kişi (örneğin canlı bombalar), memeoid olarak sıfatlandırılıyor. Bu terim 1985 yılında Keith Henson tarafından memetik literatürüne katıldıysa da, Richard Dawkins'in, sonradan genişletilmiş baskısını yayınladığı The Selfish Gene'inde de kendine yer buldu. (1989) Bu konuda, gerek magazinel, gerekse daha acıklı örneklere göz atmak istiyorsanız şuradaki Aftermath'in kaleme aldığı güzel örneklere göz atabilirsiniz.

Murphy yasaları, Ajdar, Mahir, Goatse.cx, Smiley, abuk subuk spam mailler, hatta Noel Baba... Peki bu memlere mem olma özelliğini katan şey nedir? Niye özellikle bu seçilmiş kişiler/şeyler? Memlerin nevi şahsına münhasır çoğalma mekanizmaları var, olmasına; ancak yazının en başında değindiğim virüsler gibi bunların da çoğalabilmeleri için "çaktırmama" gibi bazı ön gereklilikleri yerine getirmesi gerekir. Örneğin Cast Away filminde gözümüze gözümüze sokulan FedEx reklamlarından antipati duymayan var mıdır? Veya Kurtlar Vadisi'ndeki, örneğin bir gecekondunun üzerinde bile görebileceğiniz Next & NextStar uydu reklamlarının sevimsizliği? Peki ya bu işi abartmadan, örneğin bir "glork glork" sahnesiyle yaparsanız, işin etkileyiciliği artmaz mı? Ya da başka bir açıdan sorayım; reklamlara kalite ölçütü getiren şey nedir?

Memlerin etkinliğidir şüphesiz. Bu konuda yine Aftermath'in buradaki yazısını örnek vereceğim, ki bu yazı aslında reklamcıların fazlasıyla işine yarayabilir. Memlerin kendini sağlamlaştırabilmesi için, vaat, doz, güven gibi bazı konularda kendi iç mekaniklerini oturtmuş olması gerekir. Kimse abuk subuk Kosla reklamlarından etkilenerek Kosla almaz; ama ürün içeriği abuk subuk olmasına rağmen bir dönem sırf reklamlarıyla deli gibi satmış pek çok ürün vardır. (buna vereceğim ilk örnek Bendensin memidir, hatta Bendensin adıyla bakkallar, pideli köfteciler bile açılmıştır - Bursa) Dediğim gibi memleri kontrol edebilen, gerçekten çok fazla şeyi kontrol etmiş olur.

Bu mem düşüncesi aslında adı konulmadan da olsa, psikoloji ve sosyoloji gibi bilim alanlarında pek çok kez örnekleri görülmüş bir düşünce. Örneğin "Görsel Görecelilik Kuramı" ile tanınan Benjamin Whorf, çeşitli bölgelerin kültürel özellikleriyle dilinin kendine has bir biçimde özelleştiğini açıklamıştı. Buna örnek olarak eskimoların dilinde kar kavramına ait 150'den fazla kelimenin olduğunu, veya Yeni Gine'deki bir kabilenin dilinde sadece açık ve karanlık olmak üzere 2 çeşit rengin olduğunu (ve her kabile mensubunun bu kelimelerle hangi rengin bahsedilmekte olduğunu tam olarak anlayabildiğini) örnek verebiliriz. Ne var ki, bilimin ortaya koyduğu (veya araştırılan) bazı konuların çarpıtılarak "mutasyona uğramış" memlerin de ortalıkta dolaştığı görülmemiş şey değil. 90'lı yılların başında bir "Mozart etkisi" tufanı esiyordu; Kaliforniya Üniversitesi'nin yaptığı bir araştırmanın sonuçlarının tamamen çarpıtılmış bir haliydi bu. Araştırmaya göre sayısal işlem gerektiren bir sınava girmeden önce 20-30 dk Mozart dinletilen öğrenciler, burun farkıyla diğerlerinden daha iyi sonuç alabiliyordu -ki bunda şaşılacak bir şey yoktu, zira beyinlerinin farklı bölümlerini kullanarak çoklu düşünme konusunda alıştırma yapmış oluyorlardı. Ama haber basına yansıdıktan sonra ne oldu? Klasik müzik CD'leri basan şirketler "bebelere klasik müzik" kampanyaları başlattı, anneler çocuklarına anlamsız bir şekilde Beethoven dayatmasına girişti, üstelik zaten mutasyona uğramış bu memler iyice çarpıtılıp kendi kurallarını da getirdi: bebek banyodayken Bach, süt içerken Beethoven dinlenecek!

Mutasyon demişken, memlerin yayılma mekanizmaları içerisinde bunun da büyük önemi var aslına bakarsanız. Örneğin bir dedikodu memi kendisini yaymak için, karşısındakinin ilgisini çekecek şekle bürünür, ya da kişi tarafından çarpıtılır (mutasyona uğrar) ve keyfine devam eder. Zira mutasyona uğramamış memlerin "mem havuzunda" kaybolup gitme tehlikesi vardır. Memlerin doğal seçilimi olmadığını kim söyledi ki?

Memler, genlerden çok daha hızlı bir şekilde evrilir, zira mutasyona uğraması ve yayılması genlere kıyasla çok daha kolaydır. Richard Dawkins'in geleceğe ilişkin mem düşünceleri bilimkurgu mu öngörü mü bilinmez, ama hayli ilgi çekici olduğu kesin (çünkü o da bir mem sonuçta). Dawkins, Matrix'te olduğu gibi ileride memler dünyasında bambaşka canlıların hüküm sürebileceğini belirtiyor. Bu konuda Gen Bencildir'de şu yorumda bulunuyor: "Biz biyologlar genetik evrim düşüncesini öylesine benimsemişiz ki, bunun olası evrim türlerinden yalnızca bir tanesi olduğunu unutuyoruz." Cairns-Smith'in DNA'nın evrimine ilişkin düşüncesindeki cansız silikatların üzerinde (500 milyon yıl) DNA'nın evrimleşip bayrağı devralması gibi, (3 milyar yıl) memlerin bu bayrağı devralmayacağını kimse iddia edemez sanıyorum. İleride bir gün, kaşık olmayabilir mesela.

Dawkins'in 76'da ortaya attığı mem düşüncesi, ilk yıllarda Douglas Hofstadter gibi bazı akademisyenler dışında bir çevreden pek destek görmedi. "Philosophy of mind" alanında çalışan Daniel Dennett, 1990 yılındaki hayli iddialı isimli kitabı Consciousness Explained'de memlere yer verdi; ancak bu konudaki esas çalışmalar 1995'te Richard Brodie'nin (eski Microsoft çalışanı) ve Aaron Lynch'in katkılarıyla oluştu. (bu alandaki çalışmalara yine genetics kelimesine benzer olarak, memetics, yani memetik deniyor) O yıllarda kurulan Journal of Memetics, 2005'e kadar bu konudaki çalışmaların merkezinde yer aldıysa da yıllardır bu konuda uğraş veren kişiler, 2005'ten bu yana farklı çalışma alanlarına yöneldiler. 76'da doğan "mem" meminin, henüz ölmediyse de, en azından çocukluk dönemini geride bıraktığını söyleyebiliriz. Ancak bu konudaki ciddi araştırmalar psikologları, antropologları, sosyologları, filozofları, hatta biyologları hep beraber uğraştıracağa benziyor. Kaşığın olmadığı bir evrim yolunda ilerlerken memetikçileri hayli zor bir görev bekliyor.
Kaynaklar:

2 yorum:

Aslı "TILSIM" Palabıyık dedi ki...

Düşündürücü.

Adsız dedi ki...

Webmaster cok tesekkurler...

Selamlar Elen