2 Kasım 2007 Cuma

İsteme ve tasarım olarak kapitalizm finoluğu

E: Bilmiyorum, sadece... bir mobilya aldığında, kendine işte bu dersin. İhtiyacım olan son kanepeydi. Her ne olursa olsun, o kanepe problemini çözecektim. Hepsine sahip olacaktım. Bir stereo setim var oldukça iyi bir tane, oldukça saygın bir gardıropa sahiptim. Tam olmaya çok yaklaşmıştım. (...)
B: Yorgan nedir, biliyor musun?
E: Rahatlık.
B: Bir battaniye.
E: Sadece bir
battaniye.
B: Neden sen ve benim gibiler yorga
nın ne olduğunu bilirler? Bu gerçekten bu hayatta bu kadar önemli midir?
E: Hayır.
B: Öyleyse biz n
eyiz?
E: Biz, uh, bilirsin, tüketici...
B: Doğru. Bizler tüketiciyiz. Hayat boyu bir saplantıdayız. Cinayet, suç, yoksulluk... b
unlar beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren şeyler ünlülerin dergileri, 500 kanallı televizyonlar, kilodumdaki bir herifin adının yazılı olması. Rogaine, Viagra, Olestra. (...) Öyleyse siktir et şu kanepeyi, ve şu yeşil kumaş desenlerini. Ben diyorum ki, hiç tamam olamayız. Ben diyorum ki, mükemmel olmayı bırak. Ben diyorum ki, haydi... evrim geçirelim. Bırak kırıntılar nereye düşmesi gerekiyorsa düşünler. Fakat bu benim, ve yanlış olabilirim. Belki bu korkunç bir trajedi.
E: Hayır. Sadece eşya. Bir trajedi değil, ama...
B: Eee, kaybettin... modern yaşam için çok yönlü çözümler vardır.

Sahip olduğun şeyler sana sahip olmayı bıraktı. Ne istiyorsan onu yap, dostum.

Fight Club
--------
“Dünya benim tasarımımdır.” – Schopenhauer, İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’nın ilk cümlesi

Maddeye ait her şeyin beynimizde biçimlendiği, dış gerçekliğin tamamen öznel bir tasarım olduğu, kısaca “kaşığın
olmadığı” düşüncesi çok da yeni sayılmaz. Yanılmıyorsam ilk olarak İrlandalı piskopos Berkeley ortaya koydu bunu ve bu, cevaplanması oldukça zor bir felsefi savdır; ancak cevaplanması güç diye "çözümlenemeyen savlar" adlı tarihin tozlu rafına itilmiş değil. Örneğin edebiyat ve sinemada etkileri ciddi biçimde görülebilecek bir düşünce bu; kaşığın olup olmayacağını idrak edemeyeceğimiz gibi (Matrix), Daniel F. Galouye’nin Counterfeit World’ündeki gibi, üstün bir medeniyetin tasarladığı bir bilgisayar benzetiminde yaşıyor olup olmayacağımızı da kestiremeyiz. (bu konuda bir zamanlar yazmış olduğum bir yazıya da göz atabilirsiniz)

Tasarım konusunun bana kalırsa 3 aşaması var. “Dış gerçeklik” denilen çoğunluğun gördüğüne uygun yaşamak, normalliktir. (örneğin elma denilen meyve –ki bu tatlı olur, ağaç denen dallı bir nesnede yetişir ve rengi kırmızıdır, elmayı bu şekilde kafasında tasarlayabilen -yani duyumsayan- normaldir) Zaten normal denilen şey, küçüklükte süper ego tarafından benliğe dayatılan, çoğunluğun onayıdır; sizin kırmızı olarak algıladığınız şeyin bir başkasının mavisi olmadığı ne malum? (bu da çok eski bir felsefi sorudur aslında, bildiğim kadarıyla bunun da cevabı yok) Başka bir tasarım aşaması, normal dışı, yani sorunlu tasarımdır. Kişi, çoğunluğun tasarımından başkasını tasarlar ve bu onun gerçekliği olur (mesela Napolyon olduğu
nu iddia edebilir), ancak Napolyon’un öldüğünü bilen çoğunluk tarafından şizofren olarak nitelendirilmesi kaçınılmazdır. 3. ve benim ilerleyen satırlarda sorun edeceğim aşama ise “normalliğin aşırısı” olarak tanımlanabilir. Bunun terim olarak bir adı yok. Ama bence, bu olayın olması gereken tek bir adı var: kapitalizm finoluğu.

Son günlerde ilgimi çeken, acayip bir yarışma programı var. İlk gördüğüm zaman "ne sürreel bir şeylan bu" cümlesi ağzımdan istemsizce çıktı: yüksek desibelle gülen bir sunucu, kan ter içinde, eli sürekli mendilinde ve kafasında, korkuların en büyüğünü yaşıyor görünen bir yarışmacı, eller havaya tadında bir şarkı söyleyen şişman ikizler, stüdyonun tam ortasında duran eski usül bir çevirmeli telefon.. Bir David Lynch filmi sahnesi gibi ortalık. Ama tüm bu toplu çıldırma seansının ortasında en dikkat çekici olan şey, üç beş kuruş kazanacağı para için kendini ciddi anlamda paralayan yarışmacıydı. Eğer gerçekten bir Lynch filmi sahnesi olsaydı bu ortam, daha fazla kendini paralamadan dilini çıkartıp havlamaya başlamasını bekleyebilirdiniz yarışmacının. Zira Lynch'in sembolik sinemasında, kendisinin temsil edebileceği tek rol, kapitalizm finoluğuydu.

Hepimizin etrafında var, yoksa bile pencereden dışarıda var.. belki de aynada. Küçüklükten beri süper egolarımızın dayattığı normallik, kabul görürlük olguları bazen o kadar baskın çıkıyor ki normal olmak için çıldırıyoruz. Moda denilen şey bu köpekleşme sürecinin lokomotifidir, lokomotife nereye gittiğini bilmeden atlayıp sürüklenmek ise varolan bir potansiyeli kullanmamaktır, yaratılışa -Tanrısal bir yaratılıştan söz etmiyorum- ayıp etmektir. Beyinsizliktir. Ama normalliktir.

Çoğunluk onayı olan dış gerçeklikten ayrısını tasarlamanın
psikiyatrik bir hastalık, çoğunluk onayıyla tasarımlanan maddesel nesnelere bağlılığın (maddiyatın) ise normallik olduğunu söylemiştim. Bu işte bir sakatlık yok mu? Bir insan varlığından bile emin olamayacağı bir şeye nasıl delicesine bağlanır ve bunu hayata ilişkin temel yargılarının en derinlerine atar? Ve tanımsal düzeyde bakıldığında esasında psikiyatrik bir rahatsızlıkla "fazla normallik" arasındaki fark bu kadar az mıdır? Başka bir açıdan bakalım; Fight Club'daki Narrator gibi, "IKEA'nın köpeği olmak" çözüm müdür? "Normalite" açlığınızı hangi tip oturma grubu karşılar?

"Sen bankada ne kadar paran olduğu değilsin.
Sen sürdüğün araba değilsin.
Sen cüzdanındakiler değilsin.
Sen üstündeki kıyafet değilsin.
Sen şarkı söyleyen, dans eden dünyanın bokusun."
- Tyler Durden

IKEA'nın köpeği olmak çözüm değildir, maddeye bağlanmak hiç çözüm değildir, zira Palahniuk amcamın da güzelce irdelediği gibi özgürlük, kaybedeceği hiçbir şey olmamaktır. Palahniuk'tan yaklaşık 150 yıl önce Schopenhauer'in biri bu konu hakkında dev gibi (boyut olarak değil, işlev olarak) bir kitap yazıp çözümü de sunmuştur: reddetmek! Converse'i istemiyorum! Quicksilver çantam olmasın. Üstüm başım Levis olmasın; neticede kıyafetlerim ben değil, ben kıyafetlerim değilim. Ve özgürlük denen şey, kaybedecek hiçbir şeyi olmamaktır, umut dahil.

Küçüklükten beri "okuyayım, çok para kazanayım, evim olsun deri koltuklar alayım, süper arabam olsun ama dizel alalım çok yakmasın" yaşama planıyla yetiştirildik, en azından benim çevremde bundan farklısı yok. (belki dizel değil de tüp isteyenler olabilir, tam emin değilim) Amaç nedir? Ölümü beklemektir. Beklerken de idare etmeye çalışmaktır. İşte bu kadar geçici, bu kadar monoton, bu kadar sıkıcı, bu kadar normal bir şey bu kapitalizm finoluğu. Bu kadar yaşamayı umursamamazlık. Aşırı normallik.

Lars von Trier'cilik yaptığım yok, insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyecek veya ne ucuz hesaplara sahip varlıklar olduğunu göstermeye çabalayacak kadar kibirli değilim. Bu yazdıklarım her şeyden önce kendime bir eleştiridir. Çözüm konusunda da pek çok farklı kaynağın (Hint Felsefesi, Schopenhauer, Nietzsche, komple felsefe tarihi) dedikleri aynı kapıya çıkıyor zaten: red. Fakat esas sorun şu:

Bunu hangimiz yapabilir? Süper egonun normallik faşizmine 21. yüzyılda kim baş kaldırabilir?

1 yorum:

Ayna-i Marzî dedi ki...

Her baş kaldırmaya çalışışım, hüsranla sonuçlandı. Neticede başaramadıkça, kendini sevmeyen, sevmedikçe daha çok boyun eğen ve tüketen, baş kaldırmaya her çalışışında hüsranla sonuçlanması sebebiyle daha fazla dibe çöken birisi çıktı karşıma. Bu kısır döngü devam ediyor benim açımdan.

İcabında bir çantaya sadece markasından dolayı çok yüksek meblağlar ödeyen, insanları giydiklerine göre değerlendirebilen birinci dereceden akrabalarım var. Bu insanlarla olduğum zamanlarda beni etkilediklerini gördüm. Çünkü onlar gibi olmayınca farklı ve aykırı bir kişilik oluyorsun (sadece giyim açısından değil, konuştukları konular bile marka olunca doğal bir sonuç oluyor bu). Neticede mesafe koydum bu kişilerle arama, beni karakterimle, çalışmamla, davranışlarımla değerlendiren insanların arasındayım günümün çoğu vaktinde (çok şükür).


Yukarıdaki pragraf, bir üsttekiyle çelişiyor, çünkü daha bitirmedim. Evet o insanlarla arama mesafe koymam bazı noktalarda işe yaradı. En azından onlar gibi olmak için tüketmiyorum; ama yine de tüketim konusunda hiç bir azalma yok. İhtiyaçlarımın bittiğine hiç rastlamadım. Hep çok ihtiyacım olan bir şeyler çıkıyor ortaya. Biri bitince, ötekisi geçiyor sıraya.

"Tamam, yetti bugüne kadar tükettiklerim. Doysun gözüm artık, daha ihtiyaçlarım için para biriktirmiyorum, ihtiyacım yok artık."

Şeklindeki söylemlerim, sözde kalıyor sadece. Mesela laptop borcum var, aynı zamanda bir fotoğraf makinesi almak istiyorum. Bir de Dvd writer, eh hepsini alabilirsem bir tablet pc veya yazıcı. Hepsine çok ihtiyacım var; ama hangi açıdan ihtiyacım var acaba?

Çantaya, terliğe, bir kıyafete çok yüksek meblağlar ödeyen kişilerin de çok ihtiyaçları oluyor aldıkları şeylere. Şu halde, onlarla farkım sadece tercih yönünden oluyor (imkanım yettiği müddetçe)

Bunun farkında olmama rağmen, bu konuda kararlı davranamamak ve bir de atıp tutabilmektir kendime olan saygımı azaltan. Öyle bir kısır döngü ki bu, şu yazdıklarımda bile bir temize çıkarma var nefsim için.

Baş kaldırmayı başaramadım bugüne kadar, ve cesaretim de yok. İhtiyaç listem ise çoğalıyor günden güne, azalma olmaksızın...