8 Şubat 2010 Pazartesi

Die Kapitals

"Şirket" kelimesi (corporation), hukuki anlamda, tek bir kişi olarak algılanır. Bu pek çok açıdan makuldür; zira örneğin 4 ortaklı bir kurumu hukuken temsil eden bir isim, sıfat, fiil, edat yoktur ve bu olay bu kurumla ilgili hukuki meselelerde problemler yaratmaktadır. Bu nedenle bu ortaklar bir araya gelerek anonim şirket olma başvurusu yaparlar ve A.Ş ortaya çıkar.

Buradaki esas ilgi çekici konu, şirketin hukuken bir "kişi" olarak algılanıyor olması. Peki bu şirket çalışanlarına duyarsız, hatta köleleştirmeye eğilimliyse, çevreyi canı istediği gibi kirletebiliyorsa, bir kişi olarak hiçbir ahlaki sorumluluğu üstlenmiyorsa, insanların elinden topraklarını-malını-mülkünü alıp kanunsuz olmayan şekillerde insanlara her türlü kanunsuzluğu yapıyorsa; polisler, doktorlar, insanlar da bu kurumu "kişi" olarak nitelendirebilecek mi? Özellikleri sıralanınca açıkça sosyal davranış bozukluğu görülen bu "kişi"yi hangi psikiyatr nasıl tedavi edebilecek?

2003'te gösterime giren The Corporation adlı belgeselin sorularıydı bunlar. Akıl hastalıkları el kitabında belirlenen her türlü sosyal davranış bozukluğunu sergiliyor görünen şirketlerin kişi olarak algılanabilirliği mantıksız, hatta zararlıydı da. Benim bahsetmek istediğim şey ise ondan 4 sene sonra gelen, Corporation'daki şirketlere dair temel çıkarımların hepsini bir kişi üzerinden görebileceğimiz bir film: There Will Be Blood.

Corporation daha "ne" odaklı bir yapımken There Will Be Blood işin daha çok "nasıl"ına yoğunlaşıyor. Nasıl bu şirketler kontrol edilmesi imkansız devler haline geldi, kim bunlara izin verdi, insanlar uyuyor muydu? Filmde bunu 3 açıdan inceleyebiliyoruz; 1. başarma, daha doğrusu ezme konusundaki hırsı ve manipülasyon yeteneği ile öne çıkan kapitalist adam - Daniel Plainview, 2. kendi saçmasapan düşüncelerini yaymak için kapitalizmin etinden sütünden faydalanan ama yeri geldiğinde başının bowling kukasıyla parçalanabileceğini akıl edemeyen din adamı Eli, ve suya sabuna bulaşmadan sadece günlük çıkarını düşünen koyun halk.

Daniel Plainview, dediğim gibi, pek çok açıdan Corporation'da bahsedilen davranış bozukluğu özelliklerini birebir sergiliyor. Hatta bunu açık açık söylemekten de çekinmiyor:

"I have a competition in me: i want no one else to succeed. I hate most people.

At times, when i look at people, and i see nothing worth liking.

(üvey çocuğuna) You’re not my son; you’re just a little piece of competition: bastard from a basket!"

Daha çok arazi alıp daha çok petrol çıkarmak, daha çok petrol çıkarıp daha çok arazi almaktan başka bir amacı olmayan bir petrolcü Plainview. Bu hırsı ona istemediği kadar para kazandırıyor şüphesiz, ama parasından başka herhangi bir şeyi yok: bir arkadaşı yok, eşi-sevgilisi yok, başından itibaren gördüğümüz çocuğu aslında şirketinin sunumunu yaparken "aile" imajı yaratabilmek için kullanılmış üvey bir evlat, kardeşi diye ortaya çıkan kişi aslında sadece paranın kokusunu alıp gelmiş bir dolandırıcı... Bu yalnızlık ona işinde daha fazla para kazanmak için itici güç oluyor, daha fazla para kazanınca da daha çok arazi alıyor, daha çok arazi alınca daha çok petrol çıkarıyor ve daha çok para kazanıyor. Kısacası içinden çıkmasının pek mümkün olmadığı bir kısır döngü içerisinde. Hırsının kaynağı belli ama, bunu eyleme dökmesini sağlayan, buna izin veren şey ne?

Paul Thomas Anderson burada esas sorunun halkta olduğunu düşünüyor. Din adamı Eli'ın babasına bağırışları bu konuda gösterge niteliğinde:

"You've let someone come in here and walk all over us. You let him in and do his work here, and you are a stupid man for what we could have had. You didn't do anything but sit down. You're lazy, and you're stupid. Do you think God is going to save you for being stupid? He doesn't save stupid people, Abel."

Evlerinin altında yatan petrol cennetinden habersiz halk, nereden geldiği belli olmayan bir adama sırf tatlı diline kanarak 3 kuruşa arazilerini satıveriyor. Bunun olması şaşırtıcı da değil üstelik, zira emlakçıya "buradaki her yer satın alınabilir mi" diye soran Plainview'a emlakçının şaşırıp "elbette" diye cevap vermesi halkın zaten buna dünden razı olduğunu gösteriyor. Evini hemen satmayan, içlerindeki tek akıllı adam da bir şartla Plainview'la anlaşıyor: kiliselerinde vaftiz olup, günahlarından arınırsa! Din adamı Eli'ın inançlı olup olmadığı sorusuna "tüm dinlerden hoşlandığını" söyleyen Plainview için zor olmuyor bu tabii.

Kapitalizmin din ile olan yakın ilişkisini de ince noktalara parmak basarak aydınlatıyor Anderson. Kölelik konusunda din de halktan farklı bir konumda değil, sadece işin sonuna kadar bunun farkına varamıyor. İnsanlara tanrının aptalları affetmeyeceğini söylerken kendi aptallıklarını fark edemiyor, bir yandan da beyinleri komik denilebilecek şovlarla uyuşturuyor. Ayakta kalabilmek için kapital güçle yakın ilişkiler kurmaya çalışan din, yine ayakta kalabilmek için inandığı şeylerin tam tersini bağıra çağıra haykırabilecek kadar da kişiliksiz aynı zamanda. Ve bu tek taraflı çıkar ilişkisi, kapitalin kendisiyle hiçbir işi kalmayınca sonlanıyor: başını ezerek, kanlar içinde.

Sonuç olarak hikayede bir güç savaşı görüyoruz: kapital din adamına, din adamı halka, sonra hepsi halka. Olan halka oluyor ama, tüm bunların buraya gelmesindeki en büyük etken onların aptallığı değil miydi zaten?

Hiç yorum yok: